27 Kasım 2014 Perşembe

2. Gebelik Günlüğüm 31. Hafta

Kasım 27, 2014 4 Comments
Bu hafta biterken, aynı zamanda kasım ayının da bitiyor olması nedeniyle biraz daha gerginim. Due date tarihi 27 ocak olmasına rağmen, ben ocak ortalarından itibaren herşey olabilir diye düşündüğüm ve kafamda hep ocak başına kadar tüm hazırlıklar bitse iyi olur dediğim için, kasım ayı bitince geriye sadece 1 ayım kalacak diye bu gerginliğim. Oysa hafta olarak sayarsak daha 9 hafta var ohooo çok var gibi geliyor. Yine de ocak başına kadar bitirebilirsem çok daha rahat edeceğim.

Bu amaçla geçtiğimiz hafta elimdeki herşeyi yıkama ütüleme işine başladım. İki makine yıkanıp ütüledim, tabi Helo'nun taleplerinden dolayı on kere fişi çekip takmaktan normal süresinden daha uzun sürdü ama neyse. Sanırım elimdekiler iki makine daha tutacak. Daha kıyafet alışverişi yapmam lazım ama kış indirimlerini bekliyorum. Yakında başlar umarım. Onun dışında indirime maruz kalmayacak eksikleri de alıyoruz biraz biraz. Bir de tabi onların yerleştirilme işi var, şimdilik herşey kutularda veya ortalıkta gibi.

Elimde bir tane alışveriş listesi var, bize verilmiş olan bir kitapçıktan çıkmıştı. Buna göre bebek ihtiyaç malzemeleri arasında 15 tane müslin bez bulunuyor. O kadar çok bezi ne yapıcam bilmiyorum ama hafta sonu aldık yine de 15 tane. Burda muslin ürünler oldukça yaygın ve sanırım Türkiye'ye göre daha ucuz. Ancak Aden&Anais'in bir müslin battaniyesi var ki içim gitmesine rağmen tek bir battaniyeye 60€ civarı para vermeyi göze alamadım henüz. 

Bir de organik bir bebek banyo-bakım seti buldum ki şahane. Kruidvat isimli mağazanın kendi ürettiği organik ürünlerin fiyatı 2.99€ (neredeyse her seçenek bu fiyatta, şampuan, bebe yağı, krem vs). Bunlar Chicco'nun Pure Baby ürünleri ile aynı ecocert organik sertifikasına sahip. Helo'ya chicconun ürünlerini 10€ civarından alıyordum, bunlar ne kadar da ucuzmuş. Bir de kıyaslamak için iki farklı ürünü de amerikan kökenli bir markadan aldım ki bunlar da pahalı olanlardandı. Deneyip görelim bakalım.

Geçen hafta acısını çektiğim bel tutulması her gün biraz azalarak 4. günde tamamen bitmişti çok şükür. Şimdilerde yine ara ara yoklayan mide yanmaları ve pelvik ağrılarımla meşgulüm. Artık yataktan kalkamadığımı ve sağa sola dönmemin çok uzun sürdüğünü de söyleyebilirim.

Novacım ise umarım iyidir, gerçi hareketleri gayet yoğun ve güçlü bu aralar. Tekmelerini attığında yatağı titreştiriyor o derece. Geceleri kimi zaman uyutuyor, kimi zaman uyutmuyor hala. Ve pozisyonu da değişmedi yan yatıyor. Daha vakit var ama merakla bekliyorum dönmesini.

Geçen hafta desteksiz çocuklu bir hamile olmanın çok zor olduğunu söylemiştim. Burada neye göre zor olduğunu vurgulamak lazım. Genelde ikinci gebeliklerde kıyaslama ilk gebeliğe göre (yani çocuksuz hayattaki gebeliğe göre) yapılır ve elbette ki büyük fark var. Zaten anne olduktan sonra hamile olmadığımız zamanlarda bile çocuksuz hayattaki rahatlığa sahip değiliz. Dolayısıyla farklı bir süreç olacağını önceden göze almak lazım. Elbette ki daha zor ama bunu farkettikten sonra insan çok şikayetçi olamıyor. Bu günlerde eşim çok iyi idare ediyorsun dayan az kaldı diye bana gaz veriyor ama, içimden "bana az kaldı deme daha bir sürü işim var" diye bağırıyorum. Evet enerjimi gün sonuna kadar kızıma ve eve yettirebiliyorum ama bu ekstra işleri yapmaya kalmıyor. Belki kafama fazla takıyorum ama aniden doğum yapmışım ve bebeğime giydirecek birşey hazırlayamamışım gibi abuk sabuk kabuslar görüyorum :( Bunda hep yarın şu işi yapıcam deyip de çıkan beklenmedik işler yüzünden programlarıma sadık kalamayışımın getirdiği belirsizlik hissinin suçu da var.

Haftaya daha çok tickli işler yazabilmek ümidiyle.

Ve elbette ki sağlık olsun, gerçekten ve tüm kalbimle...



26 Kasım 2014 Çarşamba

Dalton Okulları

Kasım 26, 2014 4 Comments
Daha önce bu yazımda Dalton Plan okullarını ayrıntılı yazacağımı söylemiştim. Önce, Hollanda'da ilk öğretim ile ilgili kabaca bilgi vermekte fayda var. Milli eğitim bakanlığına göre, ilk öğretimde okullar dört farklı kategoride olabiliyormuş:

- Halk okulları (public schools-openbare basisscholen) : tüm çocuklara açık, herhangi bir eğitim metodu uygulamayan ve herhangi bir dini görüşe sahip olmayan okullar,

- Özel okullar (specialised schools): filozofik veya dini bir açıdan eğitim veren okullar,

- Branşlı okullar (extended schools) spor veya müzik gibi özel bir alanda daha detaylı bir eğitimi de içinde barındıran okullar,

- Genel özel okullar (general specialised schools) : bunlar da dini olmayan ama özel eğitim yöntemleri uygulayan okullarmış. İçinde Dalton okullarının da yer aldığı bu grupta, diğer eğitim metodları Montessori, Jenaplan, Steiner(Waldorf) olmak üzere dört çeşidi bulunuyor.

Aşağıya yazacağım bilgileri aldığım iamexpat.nl sitesinde bu dört eğitim yöntemini ayrı ayrı incelemişler. Kısaca bahsedecek olursam

Montessori okullarında, anahtar kelime "help me to do it myself" (tek başıma yapmam için bana yardım et) anlayışıyla eğitim veriliyor. Bu metodda çocuk, aktif bir öğrenicidir, etrafındaki herşeyi hem bilinçli hem de bilinçsiz olarak öğrenir. Her çocuğun gelişimindeki ilerleme, çocuğun kendi özgüveni, bağımsızlığı ve ilgisi kadar olur. Öğretici aktiviteler sırasında, öğretmen etkin değildir ama eğer çocuk ihtiyaç duyarsa kılavuz olur, rol model olarak yol gösterir. Çocuk çalışma konularını seçmekte özgürdür ve öğretmen, seçtiği o konuyu bitirmesi için yeterli zaman verilmesini sağlar.

Dalton okullarında, anahtar cümle ise "Learn to take responsibility of your own learning" (kendi kendine öğrenmek için sorumluluk almayı öğren) şeklinde. Soruşturmalarımız sırasında bu bize özellikle vurgulanmıştı, çocuklar Montessori'de olduğu gibi öğrenecekleri konuları kendileri seçiyorlar ancak bunu belirli bir plan dahilinde yapmayı öğreniyorlar.

Bu noktada Dalton Planı hakkında yazılmış bir kitaptan kısa bir tarihçesine yer vermek iyi olacak, zira metodun anlayışı ile ilgili bilgi veriyor.

Bu plânın kısa bir tarihçesi vardır: Bir gün, Miss Helen Parkhurst trenle seyahat ederken kompartımanda bir şimendifer memuru ile karşılaşıyor, konuşuyorlar. Memurun şu sözleri dikkatini şiddetle çekiyor ve kendisini düşünmeye sevkediyor. Memur anlatıyor: “Bilmem, inanabilir misiniz; 80 yıl önce yapılmış ve işlemeye başlamış olan trenlerimizde, ancak şimdi terbiye ve talim, körü körüne inzibat ve istinafsız bir tenkid usulü tatbik edilmeye başlanmıştır. Önceleri biz, bizi memnun etmeyen işçileri sadece azlederdik. Fakat şimdi, biz onları anlamağa, tanımaya çalışıyoruz. İşler de, eskisine kıyas kabul etmeyecek ölçüde iyi ve daha iyi gidiyor.”

Bu sözleri işiten ve o sıralarda, okul sistemlerini ıslâh etmekle meşgul olan Miss Parkhurst, memurun sözlerini dikkatle dinliyor ve bu sözlerin taşıdığı mânayı tahlile geçiyor. Az sonra tren, bir iş yapmakta olan bir işçi grubu yanından geçerken, memur tekrar söze başlıyor: “Bakınız bu işçilere! Onlar, işlerinin en iyi bir tarzda nasıl bitirileceğine dair hiçbir fikir ve görüş sahibi olmadan çalışıyorlar” diyor. O zaman Parkhurst, atılıyor ve “Niçin?” diye soruyor. Memur, karşılık olarak diyor: “Çünkü her şey ustanın elindedir. Onun vazifesi, işçiler yerine düşünmek ve emretmektir. Bir işçi, düşünmek ve fikrini söylemek isterse, bu; ustanın canını sıkar. Çünkü usta, bir işin nasıl yapılacağına dair başkasının fikrini ve reyini almaya tahammül edemez. Böyle bir işçiyi derhal azleder. Halbuki gerçekte, her işçi yaptığı işe, hakikaten kendi işi gibi bakar ve o işin mes'uliyetini üstüne alırsa, işler ne kadar iyi, hatasız ve istekle yapılmış olurdu!. O zaman, usta veya işçiyi idare eden adam; işçiyi kovalayan, zorlayan değil; işçiye yardım eden bir şahsiyet olurdu.”

Dalton Planı, Maria Montessori'den etkilenmiş ve şu üç esasa dayandırılmıştır.
• programı her çocuğun ihtiyaç, ilgi ve yeteneğine göre adapte etmek
• hem bağımsız hem de ortak çalışmayı geliştirmek
• çocukların sosyal becerilerini ve diğerlerine karşı sorumluluklarını arttırmak.

Dalton Planında her çocuk kendi hızında çalışır ve ihtiyaç duyarsa öğretmeninden bireysel yardım alır. Bildiğimiz anlamda bir sınıf formu yoktur. Öğrenciler bir çalışma planı oluştururlar ve bu süre içinde çalışmalarını bitirirler. Erken çocukluk döneminden itibaren, kendi eğitim planlarını yapmaya teşvik edilir ve bunu yaparken ilgi alanlarını nasıl bulacaklarını ve nasıl sürdüreceklerini keşfederler.

Dalton Planda okul çalışmalarının bileşenleri :  Her çalışmada üç önemli bileşen bulunur.


The House (ev olarak çevirmedim çünkü yaşadığı yeri değil okuldaki çalışma odasını kastediyor)
Her bir Dalton öğrencisi için, House temeldir ve bir danışmanı vardır. Bu danışman okul ve ev arasında ilişki kuran anahtar kişidir. Yeni başlayanlarda (ilk birkaç yıl) House içindeki tüm öğrenciler aynı yaştadır, ilerleyen dönemlerde farklı yaşlardan çocuklar bir arada bulunabilir.

› Mukavele (görev-assignments)
Mukavele, bir çocuk ile öğretmen arasındaki bir kontrakttır. Günlük sınıf çalışmaları ve uzun dönem proje ve ödevleri için genel bir yükümlülüğü ifade eder. Dalton mukavelelerinin temel özelliği, zaman yönetimi ve organizasyon becerilerini geliştirmesini desteklemek ve bunu yaparken de öğrencilere bireysel sınırlarını geliştiren, özel ihtiyaçlarını görmesini sağlayan fırsatlar sunmaktır.

› The Lab
Lab ile, öğretmen ile öğrecilerin bire bir veya küçük gruplar halinde çalışması kastedilir. Bu oturumlarda ilgili konu hakkında sorular sorulur, tartışılır, açıklığa kavuşması gereken yerler varsa araştırılır ve o konudan itibaren geliştirilen çocukların araştırabileceği yeni yaklaşımlar keşfedilir.

Dalton Planı Hakkında Kişisel Görüşlerim:

Henüz kızım okulda okumaya başlamadığı için, görüşlerim sadece tanıtım gezisinden ve müdürle yaptığımız konuşmalardan ve gelip geçerken camdan gördüklerimden ibaret olacak elbette. Dışardan ilk bakıldığında farkettiğim çocukların mutlu ve oldukça rahat göründükleriydi. Istedikleri gibi dolaşıyorlar (sınıf dışında bile) ancak bu dolaşma amaçsız veya kaytarma şeklinde değil. Birşey alıyor, getiriyor veya yapıyorlardı. Bir grup çocuk tamamen ortalıkta olan bilgisayarlardan araştırma yapıyor, ancak aşırı bir gürültü duyulmuyor, kimi çocuklar yaklaşan noel sebebiyle craft işleri yapıyorlardı. 

4-12 yaş arası icin bütün siniflari gezdik. Sinifta oturma duzenleri belli bir yonde degil, karisik ve genelde merkeze donuk. Ust yaslarin siniflarinda bir kisilik siralar vardi. Anaokulu kisimlarinda simdi gittigi oyun okulundaki gibi cesitli malzemeler, oyuncaklar, farkli ilgi alanlari icin farkli aktiviteler bulunuyordu. Her cocugun haftalik (veya o is icin uygun zaman araliklari icin) planlanmis gorevlerini yapip yapmadigini gosteren tablolar bulunuyordu. Bu kisimda biraz daha detayli bilgi verdi mudur ama ben fazla takip edemedim dogrusu.

Girdigimiz bir anaokulu donemi sinifinda cocuklar cok asiri sessizdi. O kadar konsantre calisiyorlardi ki mudur, sayilari yazmaya calistiklarini ve bunun cok ciddi bir is oldugunu soyledi gulerek :) Gercekten yaptiklari isten cok cocuklarin tavirlarindan etkilendigimi soylemeliyim. Daha buyuk siniflarda cocuklar derse cok etkin sekilde katiliyor, kimi zaman sunum yapiyor kimi zaman tartisma yapiyorlardi. Ust siniflarda cocuklar yukarida yazdigim gibi karma yas gruplarindan gibi gorunmuyordu zira hepsi en bastan itibaren ayni okulda olduklarindan belki de benzer ilerleme seviyesinde gidiyorlardi.

Ozellikle kucuk ogrencilerin oynadigi bahcede cok sayida aktivite imkani var. Cok ilkel sekilde yapilmis bisiklet, scooter gibi araclar, tirmanma, kayma alanlari vs. Buyuk bir park gibi. Bunun disinda hemen ayni kampuste olan yuzme havuzu ve spor salonlarina sinifca gittiklerine cok sahit oldum kizimi goturup getirirken. 

Montessori gibi yontemlerde klasik egitim almis biri olarak beni rahatsiz eden bir konu vardi. Cocuklar ilgi alanlarina gore ogrenecekleri konuyu seciyorlar ya, neyi ogrenecegini nereden bilecek, bilginin surekliligi nasil saglanacak, bilen birinin baslangicta konulari soylemesi gerekmez mi gibi dusunceler geciyor kafamdan. Mesela cocuk hic matematige ilgi duymuyorsa hic ogrenmeyecek mi, fenden haberdar olmayacak mi gibi. Ben de hangi dersleri ogreneceklerini sordum pek tabi ki. Okuma yazma, sosyal dersler, tarih, matematik agirlikli imis ve temel duzeyde de fen varmis, ayni bizim ulkemizdeki ilk ogretimde oldugu gibi. Ancak yonlendirmeler nasil yapiliyor, konulari ogretmen mi dagitiyor, surec nasil isliyor hic bilmiyorum. Yasayinca gorecegiz. Ancak yine hem bu okula gidenlerden hem de Hollanda icindeki okullarin akademik basarilarini kiyaslayan sitelerden gordugumuz kadariyla, bu okuldan mezun olanlarin akademik basarilari iyi duzeydeymis. Ustelik cocuklar her odevi, arastirmayi kendi kendine yapmayi ogreniyorlarmis.

Diger iki egitim metodundan da kisaca bahsedecek olursam
Jenaplan; Peter Petersen isimli bir Alman tarafindan gelistirilmis ve daha cok bir komunite anlayisina sahip egitim planiymis. Cocuklar yaslarina gore siniflara ayrilmaz, 4-6, 6-9, 9-12 yaslarini iceren uc sinif bulunur. Cocuklar pedagojik aktivitelerle egitilir, her cocugun grup icinde goruslerine ve cevaplarina saygi gosterilir. Bu okullar hakkinda tam bir gorus edinmek icin en azindan tum gun boyunca kalinan bir ziyaret tavsiye ediliyor.

Steiner (Waldorf ) okullari hakkinda, onceden yaptigim arastirmalar dolayisiyla (bu konuda alternatif annede guzel yazilar var biri burda, digeri burda)  bir antipatim olusmustu, bu yuzden bir secenek olarak hic dusunmedim. Zaten tum bu okul cesitlerini secerken de mesafe bizim icin oncelikli tercihti. Dolayisiyla yakinimizda bir Dalton okulu olmasaydi, ozellikle ona yazdirmak icin ne kadar caba gosterebilirdik su an kestiremiyorum. Saniyorum yakinimizda boyle bir okulun bulunmasi biraz da Helo'nun kısmeti oluyor. Son olarak bu okulun özel bir ücrete tabi olmadığını da söyleyeyim.

25 Kasım 2014 Salı

32. Ay Mektubu Oyun Oyun Oyun

Kasım 25, 2014 1 Comments
Benim Büyük Buzz'ım

Artık beybi dönemini bıraktık, seni böyle sevmemi istiyorsun. Bu ay mektubunu iki gün gecikmeli yazıyorum çünkü gerçekten fırsat bulamadım. Son birkaç aydır devam ediyordu elbet ama bu ay en yoğun yaşadığımız şey oyun oynama taleplerin oldu. Belki de ben artık hamilelik nedeniyle zorlandığım için oyun oynayalım diye dile getirmen daha sıklaştı. Sabah gözünü açar açmaz oyun oynayalım diyorsun ve akşam yatana kadar, hatta oyun oynayacağım diye uyumak istemiyorsun. Oynarken sürekli yanında durmamı, oyuncakları konuşturmamı, senin koşturmalı coşkulu oyunlarına eşlik etmemi istiyorsun. Ve ben ne yazık ki çok zorlanıyorum. Üstelik oyun sever bir anne iken artık oyun oynamaktan sıkıldığımı itiraf ediyorum. Sürekli aynı şeyler ki oldukça yaratıcı olduğumu söyleyebilirim. Binlerce kez tekrar edince kendini tekrarlıyor ister istemez.

En çok oynadığımız oyunlar ise şöyle. Chuggington trenlerin hala favorin. Koleksiyonumuza son eklenen Dana ise yeni gözden. Onlara legolardan tüneller istasyonlar inşa ediyoruz. Evin içinde dolaştırıyoruz (4ü sana 4 ü bana) tabi ben dizlerimin üzerinde veya popo ile kaya kaya :) Oyun hamurlarından kostüm yapıyoruz onlara ama asla Dana'yı kullanmıyoruz çünkü hamur kokabilir. Oysa hamurun kokusu yok gibi birşey ancak kokulara karşı hassasiyetin devam ediyor.

Sonraa oyuncak bebeğin Ayşe ile konuşmalı oyunlar oynuyoruz. Tabi ki Ayşeyi ben hareket ettirip konuşturuyorum. Her şey yapıyoruz ayşeyle, okula gitmek, parka gitmek, otobüse binmek, sohbet etmek... gibi çoğunlukla fazla malzeme kullanmadığımız hayali oyunlar bunlar. Mış gibi davranıyoruz, elimizde olmasa da bazı nesneler varmış gibi, hayvanat bahçesine gitmiş gibi, havuzda yüzüyormuş gibi... Bu oyunlarda hayal gücün iyi çalışıyor ve teatral yeteneklerin gelişiyor.

Bunlar dışında elbet masa başı oyunlar da var. Boyamalar, stickerlar, hamurlar, kes yapıştırlar vs. Fakat son günlerin en önemli oyunu süper kahramancılık. Tam bir süper kahraman hastası oldun çıktın. Artık neredeyse hiç kızsal şeyler giymiyorsun. Bu gün okula giderken üzerinden tam 4 gündür gece gündüz çıkarmadığın Buzz tişörtün için ağladın. Çıkatmıştım, yine giydirdim :( Spiderman ve Buzz favorin, diğerlerini de biliyorsun ama ben senşn kadar iyi bilmiyorum bak. Bütün gün pelerin işlevini gören bir tülbent omuzlarında, uçup duruyorsun. Spiderman olup hiayt sesleri eşliğinde karşılıklı dövüş yapıyoruz. Kollarımız bacaklarımızı sallıyor, birbirimize temas etmeden dövüşme hareketi yapıyoruz. Arada kendini yere atıyorsun (düşmüşsün) sonra kalkıp dövüşmeye devam ediyorsun. Koltuklardan atlıyor, bir oraya bir buraya sıçrıyorsun. Ben seni bacaklarından tutup ters çeviriyorum ve örümcek adam gibi ters durmuş oluyorsun. Dövüşme esnasında avucunun içinden ağ fırlatıp beni ağlara sarıyormuşsun. İşte böyle oyunlar. Genelde kurgu sana ait oluyor, ben zavallı figüran rollerindeyim :)))

Tüm oyunları yazsam bitmez, zaten kafamı da toparlayamıyorum ama arada severek seyrettiğin oyuncak tanıtımı yapan youtube videolarından esinlenerek çektiğimiz videoyu paylaşarak bitireyim mektubumu. Bu puzzle ları yeni almıştık, sen de videodaki çocuklar gibi onu tanıtmak istedin. Burada fazla konuşmuyorsun ama bu videolardan ingilizceni geliştirdiğini ve daha çok konuştuğunu söyleyebilirim. Genelde surprise diye bağırıp ardından let's open it diyorsun. İngilizcesini sana hiç öğretmediğim kelimeleri biliyor ve söylüyorsun arada, özellikle Chanthal (babysitterımız) varken. Onunla ingilizce konuştuğumuz için sen de ingilizce katılıyorsun.

Seni çok seviyorum ve hep sana bakıyorum bitanem. Video burada


Amsterdam

23 Kasım 2014 Pazar

Kız-Erkek Gebeliğindeki Farklar

Kasım 23, 2014 68 Comments
Çoğumuzun kulağına çalınmıştır, gebelikte bazı işaretlere göre cinsiyeti tahmin etmek mümkündür. Bunların çoğunun belki bir bilimsel temeli yok, belki de var ama bilmiyoruz, yılların tecrübesi ve gözlemiyle kulaktan kulağa yayılmış bilgiler. Kimine göre saçmalık kimine göre doğru, ben de kendi hamileliklerimi göz önüne alarak, bildiğim bazı inanışları incelemeye almaya karar verdim.

Hamileliklerimin öncesinde çoğuna inanmazdım ama şimdi yaşadıktan sonra bazılarına hak veriyorum. Bir kız bir de erkek hamileliği yaşayan biri olarak deneyimlerimi sizlerle paylaşayım belki meraklı anne adaylarına bir faydası dokunur :)

1-) Göbeğin Şekli: kızlarda yana yayılmış, erkeklerde sivri göbek olur derler, doğrudur efendim. Özellikle hamileliklerinde az kilo almış, sadece karnı çıkmış ama kız doğurmuş anneler var, benim de karnım sivriydi ve herkes erkek demişti diyorlar. Bir çok foto inceledim, kendimden de biliyorum gerçekten farklı bir sivrilik var. En belirgin özelliği ise şöyle (ben söyleyeyim siz de dikkat edin bakalım) erkek göbeğinde aşağıdaki resimde göstermeye çalıştığım kalça kemikleri (yassı kemiğe örnek yazan yer) arasındaki bölge doluyor. Hani hamile değilken sırt üstü uzandığımızda bu kemikler sivri şekilde ortaya çıkar işte onlar. Erkek hamileliğinde bu kemikler hala ortada, elle kolayca hissedilebiliyor, göbek bu ikisinin arasında kalıyor. Kız hamileliğinde ise göbek bel sınırlarından itibaren dolmaya başlıyor, kalça kemikleri de daha gömülü oluyor.

2-) Göbek Üzerinde Çizgi: Geçen gün aklıma geldi, aaa benim bu hamilelikte çizgim yok. Daha önce annem de derdi, çizgi varsa kız, yoksa erkek diye. Bende doğru çıktı. Kız hamileliğimde doğumdan sonra da uzun süre gitmeyen bir çizgi vardı göbeğim boyunca, erkek hamileliğimde hiç oluşmadı.

3-) Göğüs Uçlarının Kararması: Benim aklımda erkeklerde kızlara göre daha koyu renk olduğu kalmış ama internette kabaca baktığımda daha koyu-açık kıyaslamasından ziyade daha erken/geç kararması şeklinde yorumlar var. Erken kararırsa erkekmiş. Benim durumumda hem daha koyu olduğunu hem de erken karardığını söyleyebilirim.

4-) Tatlı-Ekşi Aşermek: Tatlı yiyenlerin erkek, ekşi yiyenlerin kız bebeği olacağı söylenir ama ben buna fazla inanmıyorum. Daha önce yazdığım gibi aşerme vücuttaki eksik vitamin ve minerallere göre şekilleniyor. (http://ge-ce.blogspot.nl/2014/11/nasl-olursa-olsun-annemin-elinden-olsun.html) Benim iki hamileliğimde de bariz bir fark olmadı, ayrıca en yakın arkadaşım hamileliğinde ömründe yemediği kadar tatlı yemiş ama kız sahibi olmuştu.

4-) Göbeğin aşağıda yukarıda olması : kızlarda göbek yukarda, erkeklerde aşağıda olurmuş. Gerçekten de öyle oldu benim, kızda göğüs altından başlayan bir karnım vardı erkekte göbek deliği ve daha aşağısında.

5-) Annenin güzelleşmesi-çirkinleşmesi: kız bebekte anne çirkinleşir, erkekte güzelleşirmiş. Şu anki erkek hamileliğinde ben de böyle hissediyorum. Yalnız bu güzellik ışıltı ile karıştırılıyor bazen. Gerçekten hamilelerin cinsiyet farketmeksizin daha sağlıklı daha ışıl ışıl olduğuna inanıyorum, saçlar daha sağlıklı, cilt daha canlı görünüyor mesela, bunda hormonların etkisi var.

6-) Yüzde ve vücutta lekelenme: kızlar annenin güzelliğini alıyor diye çirkinleşir derler ya, bu bazen özellikle yüzde lekeler şeklinde kendini gösterirmiş. Bende spotlar veya çizgiler şeklinde bir lekelenme olmamıştı ama genel olarak tüm vücudum biraz daha esmerleşti.Normalde  buğday tenliyim cilt tonum koyulaşmıştı ve bundan pek de hoşlanmıyordum.

7-) Bir önceki çocuğa bakarak yapılan tahminler. Benim bildiğim iki tane var.

* çocuğun iki gözü arasında kalan burun bölgesinde, gri bir damar gözüküyorsa, arkası erkekmiş. Gerçekten kızımda ne zaman geçecek diye merakla beklediğim hala geçmemiş olan (2,5 yaş 2 aylık şuan) bir grilik var ve arkası erkek.

* çocuğun apış arası geniş ise arkası erkekmiş, bu da bizde tuttu valla.

Peki sizde durumlar nasıl?

20 Kasım 2014 Perşembe

Pratik Market Alışverişi

Kasım 20, 2014 10 Comments
Uzun zaman önce mikemmel annenin şu yazısını okuduğumda hak vermiştim (http://mikemmelanne.blogspot.nl/2013/12/mazeretim-vaaar-anneyim-benn.html) özellikle marketle ilgili maddeye. Kasada sıra beklerken o zamanlar daha küçük olan Helo'yu zaptetmek benim için büyük işkenceydi. Özellikle sürpriz yumurtalar için ağlarken, öndeki ve arkadaki insanların bakışları altında direnmek çok zordu. Alışveriş sırasındaki taleplerini geçiştirmek daha kolay oluyordu, sonuçta dilediğin kadar vaktin var ve insanlar acayip şekilde bakmıyorlar. Kasada ise durum daha zor bir hal alıyor.

Neyse, biz taşındıktan kısa bir süre sonra marketimizde tadilat yapıldı (daha önce başka şubelerde vardı ama bizimkinde yoktu) ve şimdi anlatacağım düzene kavuştu. Ve ondan sonra artık böyle bir derdim kalmadı ohh.

Hollanda'da bulunan zincir marketlerden biri olan Albert Heijn marketlerinde, alışverişi ister tamamen kendi başımıza yapıp ödüyor, istersek de kasada ödeyebiliyoruz. Türkiyede hatırladığım kadarıyla migroslarda hızlı kasalar vardı. Ürünleri tek tek okutup kredi kartıyla ödüyorduk. Buradaki de ona benziyor ama bir farkla (tabi ben yokken değişmediyse) barkod okuma cihazını alışverişin başında alıyorsunuz, alışveriş sırasında ürünleri tek tek okutuyorsunuz (tabi bu sırada doğrudan çantalara yerleştirerme şansı olduğundan daha sonra kasada uğraşmıyorsunuz) ve en sonda çıkış noktasında ödemeyi yapıyorsunuz.


İlk önce girişten bonus kartımızı okutarak bir cihaz alıyoruz ve alışverişe başlıyoruz.


Alışveriş sırasında okutup sepete (veya arabaya) koyuyoruz. İndirimli ürünlerin indirimleri, her birinin fiyatı, toplam fiyat hep gözüküyor. Bazen fiyatını anlamadığımız ürünleri de okutup öğrenebiliyoruz, sonra istenirse listeden silinebiliyor. 


Alışveriş bitince cihazları bırakma noktası var. Buraya bıraktıktan sonra otomatik kasalardan birinde bonus kartımızı okutunca, bizim alışveriş bilgilerimiz ekrana geliyor. Kartla ödemeyi gerçekleştirip, faturayı alıyoruz ve fatura üzerinde yer alan bir barkodu okutarak çıkış kapısını açıp çıkıyoruz.

Bu yöntemde elbette suistimal edilme olasılığı çok yüksek. Okutulmamış ürünler olabilir, birden fazla aynı ürün alındığında sayısı az gösterilebilir vs. Bunu engellemek için belki gizli başka önlemler de alıyorlardır bilmiyorum ama aleni olan tek önlem ara sıra ödeme noktasında karşımıza çıkan kontroller. Ödemeyibeklemeye  alıyorlar ve bir görevli gelip çantanızdan rasgele 4-5 ürünü okutuyor kendi cihazına. Sorun çıkmazsa işleme devam ediyorsunuz. Bir yıldır kullanıyoruz ve bizim kontrollerimiz onu geçmemiştir sanırım, her zaman olmuyor yani. Belki de bir miktar ödenmeden kaçırılan ürünleri göze alıyorlardır sonuçta çok sayıda kasiyer maaşı ve sigortasından tasarruf ediyorlar. Ancak genel olarak yaşadığımız yerde güvenlik sorunu fazla yaşanmıyor, insanlar belli bir ekonomik düzeyde olunca, hırsızlıklar daha az olmalı.


19 Kasım 2014 Çarşamba

2. Gebelik Günlüğüm 30. Hafta

Kasım 19, 2014 9 Comments
Geçen hafta ne kadar sevinçliydim değil mi? Artık haftalar otuzlu rakamlara geçti daha hızlı geçecek diye. Gerçekten de hızlı geçti ta ki düne kadar. Son 24 saattir durumum fena.

Bu hafta keyfim yerinde, bacaklarımın kasığa yakın yerleri ağrıyor ama olsun o kadar derken, kendime nazar değdirdim herhalde. Bu arada o ağrıların kas ağrısı olmadığını farkettim. Çünkü hiç bir şekilde  masaja tepki vermiyorlar. Galiba ağrıyan kemikler diye düşünmeye başlamıştım ki, bu gün okuduğum bir yazıda onların pelvik kemiği olduğunu ve zorlandığı için ağrıdığını öğrendim. İlk hamileliğimde böyle bir ağrım hiç olmamıştı. Sadece bilgisayar başında çok oturup çalışmam gerektiği için kuyruksokumu kemiğim ağrıyordu uzun süre oturduğumda. Şimdi ise oturmak bir lüks.

Ne diyordum, kendime nazar mı değdirdim, soğuk mu aldım yoksa Dila'yı kaldırırken mi incittim bilmiyorum (hala kaldırıyor musun demeyin lütfen ikinci hamilelik bambaşka bir tecrübeymiş) belimde bir tutulma oldu. 5 derece dahi bükülse feci acıyor (hani boyun tutulur da döndüremeyiz ya öyle), ne yürüyebiliyorum ne oturup kalkabiliyorum. Yürümem gerektiğinde öyle zorlanıyorum ki gören sancısı tutmuş doğuma giden bir hamile zannedebilir. Nitekim yemek yapamadığım için dışarı çıktık ama feci zorlandım. Oysa bu hafta içinde, bu zamana kadar yaşadığım en yoğun mide yanmaları (neredeyse 24 saat kesintisiz) ve pelvik ağrılarından dolayı uykusuz gecelerimden şikayet edecektim. Noldu peki, bu son acı ile hepsini unuttum, onlar hiç birşeymiş meğer.

Şimdi bu yazıyı yazarken dinleniyorum, umarım yarın geçmiş olur.

Hazırlıklar konusunda kafamda her gün şunları şunları yapıcam diye plan yapsam da, hiç birini yapamadım yine. Bir tek eksik mobilyaları aldık, yarısı kuruldu, yarısı duruyor. Artık bu bir iki hafta içinde en acil eksiklerimi tamamlayıp, çantamı hazırlasam iyi olacak. Her ne kadar kafamı rahat tutmaya çalışsam da ya erken gelirse naparım evhamı basıyor ara sıra. Bunda geçtiğimiz haftanın prematüre farkındalık haftası olmasının da etkisi var. O kadar çok görsel/yazı gördüm ki olumsuz anlamda epey etkilendim :( E destekçi kimse de olmayınca içime sıkıntılar basıyor. Gerçi iki arkadaşımızdan destek sözü aldık ama... Allah razı olsun böyle bir teklif bile insana bir nebze huzur veriyor. 

Fakat yine de yakınında anne-abla-kayınvalide gibi yakınların olmasından çok farklı bir durum bu. Çocukların arası yakın olunca desteksiz sürdürülen ikinci gebelik hiç de öyle kolay değilmiş. Bu günlerde bunu iliklerime kadar hissediyorum ve ilk gebeliğimi düşündükçe Allahım ne kadar rahatmış, ne çok boş vaktim varmış, ne kadar salakmışım diyorum. Çünkü o zaman bile işlerimin yoğunluğundan yakınıyor, yetişemicem diye veya olur olmadık şeylere evham yapıyormuşum peh.

Bizim Nova oğlana gelecek olursak, Perşembe günü yaptığımız ebe kontrolünde sesini duyup iyi haberlerini aldık yine. Parmağımdan alınan birkaç damla kanla hemen o anda hızlı bir demir testi yapıldı, perfect çıktı :) Bebeğin durumu da perfect'miş. Şu anki pozisyonu kafa sağda olmak üzere yatay durumda. Galiba dönmeye çalışıyor bazen çok zorluyor ama daha başarabilmiş değil:( Bakalım dönebilecek mi? Helo hiç dönemediği için aklıma acaba bu da mı kordona dolandı diye endişeler geliyor. İki hafta sonra usg kontrolü olacak (yuppi) çok merak ediyorum oğlumu.

Daha anlatacak çok şeyim var ama artık onları da ayrı bir yazı olarak yazarım. Şimdilik hoşçakalın.

18 Kasım 2014 Salı

Hafanın Bilgisi: Yazıya Link Vermenin Kolay Yolu

Kasım 18, 2014 2 Comments

Blog yazılarımıza link verirken adres çubuğunda çıkan adresi kopyalayıp yapıştıranlardan mısınız? Cıks cıks ne ayıp :) Şaka bir yana ben de uzun zaman boyunca link vereceğim bağlantıları almak için, o sayfayı yeni bir pencerede açıyor, adresi kopyalıyor ve yapıştırıyordum. Fakat sağ mause tıkında yukarda görüldüğü üzre bu işi yapmanın kolay bir yolu var. Kendi blogunuzda olsun başka bir sitede olsun, sayfanın herhangi bir yerindeki linke sağ tıkladığınızda, bağlantıyı kopyala (copy link address) çıkıyor. Buna tıklayınca o adresi kopyalamış oluyoruz. Yazınıza link verecekseniz doğrudan bu adresi yapıştırarak kolayca yapmanız mümkn. Ayrı sayfada falan açmaya gerek yokmuş :)

Ben eski yazılarıma link vereceksem arşivden o yazıyı bulup (yukardaki resimde görülüyor) onun adresini alıyorum tamam. Tavsiye ederim.

17 Kasım 2014 Pazartesi

Helodünya İçin Okul Arayışı: Dalton Plan Okulları

Kasım 17, 2014 2 Comments
Geçtiğimiz haftalarda yoğun bir okul arayışına girdik Helodünya için. Evet daha 2,5 yaşında olmasına rağmen. Meğer geç bile kalmışız. 4-12 yaş arasını kapsayan ilk öğretim için başvurular 2 yaşında yapılıyormuş. 

Hollanda'da genel eğitim yapısını ve okul çeşitlerini araştırdıktan sonra, şu an kızımın gittiği oyun okulu ile aynı kampüste yer alan okulun sıradan bir halk okulu (public school) değil de, özel eğitim yöntemlerinden birinde eğitim veren Dalton okulu olduğunu farkettik. Neymiş bu Dalton okulu diye araştırınca, daha önce hiç duymadığımız bu ekolü eşimle beraber çok beğendik, gidenlerin görüşlerini aldık ve en nihayetinde geçen cuma günü okulu ziyaret edip, müdür tarafından gezdirilip bilgi aldıktan sonra Helo'nun ön kaydını yaptırdık.

Okul seçiminde eğitimin kalitesi kadar, olmasını arzu ettiğim bir diğer şey de eve yakın olması, tam gün olmaması ve öğleden sonra beraber oynayabilecekleri mahalle arkadaşlarının olmasıydı. Tabi ki mahalle arkadaşları ile okul arkadaşlarının aynı olması zorunlu değil ama öyle olursa daha iyi olduğunu kendi çocukluğumdan biliyorum. Çoğunlukla sabahçı olduğum, öğleden sonraları okul arkadaşlarımızla birbirimize gidip ödevleri bitirip sokağa fırlayan bir çocukluk geçirdim, çok eğlenirdim. Uzun zamandır gerek yakınlarımın çocuklarında, gerekse internetten okuduğum kadarıyla çocuklar bu şansı yakalayamıyor. Servislerde, yoğun ödevlerde veya tüm gün okullarda harcanmak zorunda olan zamandan, oyun oynamak için yeteri kadar zaman bulamıyorlar. Buraya ilk taşındığımızda beni ilk etkileyen bu olmuştu. Civarımızda oturan çocuklar (neredeyse hepsi o okula gidiyor) 2,5 civarında (cuma günü 12,30) okuldan çıkıyorlar. Bir süre sonra hepsi sokağa fırlıyor. Ya bisiklet sürüyorlar ya hemen karşımızdaki halı sahada kafaları su içinde kalana kadar (kızlı erkekli) futbol oynuyorlar, ya tenis buz hokeyi gibi sporlar yapıyorlar, hiç bilemedin sokakta seksek oynuyorlar... Aynen çocukluğumdaki gibi bir sokak hayatı var burada.

İşte bunları görünce, daha okulun içeriğini araştırmadan çok önce eğer Helo burda okula giderse, hergün tanık olduğum bu çocuklar gibi oynayabilmesini çok isterim diye düşünüyordum. Gerçekten mutlu ve sağlıklı görünüyorlar çünkü.

Tabi böyle yarım gün eğitim alacaksa, anne babanın tam gün çalışıyor olması sorun olabilir. Fakat bu kısmı pek düşünmedik. Sonuçta bu durumda olan çok aile var ve bir şekilde çözüm buluyorlar. Biz de gerektiği takdirde, part time çalışma veya bakıcı bulma gibi alternatiflerle herhalde bu sorunu çözeriz diye umuyorum.

Yazı epey uzadı ama daha Dalton eğitiminden bahsedemedim bile. Onu da devamı olarak yarın yazarım artık.

Sevgiler.

15 Kasım 2014 Cumartesi

İskandinav Stil Bebek Şapkası

Kasım 15, 2014 2 Comments

Çenenin altından bağlanan bu tip şapkaları kuzey ülkelerine ait fotoğraflarda görüyoruz bol bol. E biz de kuzeyli sayılacağımıza göre bir tane örmesem olmazdı :) Şaka bir yana benim de çok hoşuma gidiyor ve deneme amaçlı Nova için bir tane ördüm. Şimdi Helo'ya da öreceğim ama onunkini biraz daha yuvarlak yapacağım.

Bebek için ördüğüm şapkalarda yumuşak, sentetik olmayan ipler kullandığımı söylemiştim. Bu da öyle bir ip ve oldukça ince idi. İnce iplerde haroşa modeli çok hoşuma gidiyor görüntü olarak. Bunu da 2 numara şiş ile ördüm. Ayrıca bu modeli tercih etmemin nedeni şapkanın yana doğru esnemesini sağlamaktı. Bebeğin başını fazla sıkmasın. Bunun için lastik de örebilirdim ama o zaman başlangıcı yandan değil alın kısmından yapmam gerekirdi. O zaman aşağıdaki fotoğrafta görülen arttırma-eksiltmeleri daha değişik uygulamak lazım.


Fotoğrafta dikmeden önceki hali görünüyor. 22 ilmekle başladım (bu uzunluğun arkada ense uzunluğundan çene altına kadar olması gerekiyor) bir kaç sıra arttırmadan ördüm, sonra srttırmaya başladım. Arttırmayı her 4. Sırada yaptım ve yeteri kadar ördüğümü düşününce bıraktım. Bir süre daha arttırmadan (ve tabi azaltmadan ördüm) sonra aynı düzende azaltıp simetrik olacak şekilde örüp bitirdim. Ön kısmına ise  ilmek çıkartarak, 1,5 parmak genişliğinde lastik yaptım. En son arkayı diktim ve ponpon yaptım.

Bu modelde tepesi sivri olmuş oluyor, ben özellikle böyle istemiştim. Eğer tepesi sivri olmasın derseniz farklı blr arttırma eksiltme düzeni uygulamak lazım veya benim yaptığım gibi yandan değil de alından başlayan modeller daha uygun olabilir. Ben herhangi bir şablon kullanmıyorum. Şapkayı açık halde tuttuğumuzda nasıl bir geometriye sahip olurdu şeklinde düşünerek bir şablon oluşturmaya çalışıyorum.

13 Kasım 2014 Perşembe

Nasıl Olursa Olsun Annemin Elinden Olsun

Kasım 13, 2014 6 Comments
Hamileliklerimin ikisinde de aşerme olayını  neredeyse hiç yaşamadım. Aşermenin bilimsel açıklamasına göre, eğer vücutta ihtiyaç duyulan vitamin, mineral vs ne olursa, beyin bunu farkeder ve ilgili yiyecekleri talep edermiş. Yani aşermek bu açıdan bakınca gayet olumlu bir şey; vücudunun düzgün çalıştığı anlamına geliyor. İhtiyaçlar saptanıyor ve giderilmesi için böyle bir arzu doğuyor, şahane. 

Aslında muhtemelen hamile olmadığımızda da çalışıyor bu mekanizma. Fakat herhalde vücudumuzun sinyallerini fazla dinlemiyor ya da günün telaşesinden uyarıları zamanla köreltiyoruz. Ancak benim çok iyi emin olduğum bir şey var ki hastayken bunun ayrımına vardığımı biliyorum. Hastayken canımız bazı şeyleri ister bazılarını istemez ya, muhtemelen o zaman düzgün ve güçlü bir şekilde çalışıyor veya algılarımız açılıyor.

Bir de iştahsız çocuk anneleri bunu sıkça tecrübe eder. Carlos Gonzales der ki, çocuk neye ne kadar ihtiyacı olduğunu bilir, gerektiğinde talep eder hiç zorlamayın. Demek ki daha doğuştan gelen yaşamsal bir güdü bu.

Bu durumda aşermiyor oluşumun açıklaması vücudumun ihtiyaç duyduklarını yeteri kadar alıyor olmam. Gerek kullandığım(ız) haplarla gerek hamilelikte sağlıklı beslenme kurallarıyla dengeyi tutturmuşuz demek ki. Ancak yine de bu kadar kontrollü olmanın beni rahatsız eden bir yanı var. Acaba aşerseydik de canımızın çekmesi geçene kadar yeseydik daha mı dengeli olurdu?

Hangisi daha iyi tartışmasını bir yana bırakacak olursam, ben bu aralar başka bir türde aşerme yaşıyorum. Geçtiğimiz bayramlarda da oldu aynısı. Aşure ayı nedeniyle hergün birkaç posta aşure fotoğrafı görmekten, canım aşure çekiyor ama herhangi birini değil. Fotoğrafları gördüğümde aklıma gelen annemin aşuresinin tadı. Bayramlarda da annemin cevizli baklavasını aşerdim. Sonuçta burda da bulabilirim o tatlıları ama canım onları istemiyor, illa ki o alıştığım tat, annemin elinin lezzeti olacak.

Sanırım bu durum bedensel değil de duygusal aşerme oluyor :(


12 Kasım 2014 Çarşamba

2. Gebelik Günlüğüm 29. Hafta

Kasım 12, 2014 2 Comments

Nihayet 20li haftaları bitirdik bugün ve rakamlar 30'a dönüyor çok mesudum. Doğrusu her ne kadar şikayet edilecek bir durum yaşamasam da (Allahıma şükürler olsun), hamilelik süreci bana çok uzun ve sıkıcı geliyor. Sonrası daha güzel sanki. İlk gebeliğimde de böyle hissediyordum bunda da aynı şekilde. Bu günlerde ise sabırsızlığım yine gündemde :)

Son birkaç haftadır moralimdeki dalgalanmalar bu hafta son buldu ve kendimi daha keyifli hissediyorum. Fiziksel olarak yine yoruluyorum ama moralim iyi olunca amaaan yatınca geçer elbet deyip kafama daha az takıyorum. Her ne kadar sırtımda ve belimde ağrılar şeklinde kendini gösterse de... Fakat bu haftalarda kafam uçmaya başladı artık. Ne yapacaktım, ne yapmam lazım, dün ne yapmıştım, haftasonu nereye gitmiştik hatırlayamıyorum. Böyle olunca da bebek hazırlıklarına dair tüm işler hala beklemede. Bugün artık kendime geleyim diye bir liste yaptım yoksa unuta unuta yolun sonuna gelmem mümkündür :)

Geçtiğimiz cumartesi buradaki türk arkadaşlarımızı kahvaltıya çağırdım. İnstagramda gördüğüm gibi şımşıkıdık sofra hazırlayamadım ama hergünkünden daha özenli bol çeşitli bir kahvaltı hazırlamak çok iyi moral ve gaz verdi doğrusu. Birazcık yoruldum ama olsun, bazen insanın isteyince yapabileceğini görmeye ihtiyacı oluyor, saldıkça daha da salınıyor. İçimde yatan misafir gelmeden önceki Türk kadınının gücünü yeniden keşfettim ;)

Gelelim Nova oğlana, maşallah hala kıpır kıpır, aman ben pozisyon alayım da ablam gibi annemi kızdırmayayım diye düşünmüyor hiç. Günün her saatinde farklı bir bölgede, farklı bir şekilde yatıyor. Mesela şu anda sağ tarafımda, kafası yukarda ayakları göbek deliğine yakın bir yerlerde. Yarın ebe kontrolümüz olacak bakalım ne diyecekler pozisyonu konusunda.

Bu hamileliğimde göbeğin yapısı şekil itibariyle oldukça farklı ilerliyor. Gerçekten erkek çocuklarında karın daha sivri oluyormuş. Siluet olarak önden ve yandan durduğumda fark belli oluyor. Ön siluette neredeyse hiç göbeğimin olduğu belli değil ama yan dönünce devasa bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir de göbek ilk hamileliğe göre daha aşağıda. Meğer ikinciler öyle olurmuş. İlk gebelikte göğsün hemen altındaydı şişkinlik bunda ise göbek deliğim civarı ve onun altında. Bebeğin aşağı inme zamanı geldiğinde (ilkinde bunu yaşamadım, hiç inmemişti çünkü) ne olacak merak ediyorum.


Baby Center Hastalık Semptom Rehberi

Kasım 12, 2014 0 Comments
Baby Center'dan hem kızım için hem hamilelik için mailler alıyorum. Bazıları gerçekten kaydetmeyi isteyeceğim bilgiler içeriyor. O kadar dolu bir site ki sonradan unutuyorum veya neredeydi acaba diye aramak zor oluyor. O yüzden bugün gelen maildeki linki buraya kaydetsem iyi olacak, hem belki başka annelerin de işine yarar:

İhmal edilemeyecek semptomlar için bir liste yapmışlar. Çocuğun yaş aralığına göre bunları işaretleyince ve olası hastalıkları listeliyor. Linki de burası http://www.babycenter.com/symptom-guide?scid=preschooler_20141111%3A5

Dilerim çocuklar hiç hasta olmasın tabi ama bu bilgiler de lazım olabilir.

11 Kasım 2014 Salı

Haftanın Bilgisi : Yaprakların Türüne Göre Çiçek Bakımı

Kasım 11, 2014 5 Comments

Evde çiçek yetiştirmeyi sever misiniz? Yoksa aldıktan kısa bir süre sonra ölüyorlar mı? Her çiçeğin bakımı için ayrıca özel püf noktalar vardır ancak, bu yazıda ister açık havada ister ev içinde yetiştirin bitkinin yaprağına bakarak nasıl bir ortama koymanız gerektiğini, ne kadar suya ihtiyaç duyduğunu kabaca anlatmaya çalışacağım. Sonuçta bir bitki uzmanı değilim elbette fakat eğer böceklerden korumaya başarabilirsem çoğunlukla bitkilerim yaşıyor ve büyüyor :)

Biliyorsunuz çiçekler yaşam döngülerini ışık, su ve karbondioksit ile gerçekleştiriyor ve bütün iş yaprakların üzerinde. Klorofiller ışığı ve karbondioksiti dönüştürüyor, suyu kökten ve yapraktan alıyor, fazla suyu cinsine göre yaprakta buharlaştırıyor veya depoluyor. Buna göre yapraklar çiçeğin karakterini ele veren başlıca unsur olmuş oluyor.

Yaprağın türüne göre kabaca 3 sınıflandırma yapıyorum ben: yaprağın etli -ince oluşu; yaprak yüzeyinin büyük-küçük oluşu ve yaprak renginin koyu-açık oluşu.

Yaprağın etli-ince oluşuna göre: succulent, menekşe, kılıç gibi çiçeklerin yapraklarını elle tuttuğunuzda kalın, etli bir yapısı olduğunu farkedersiniz. Böyle yapraklalara sahip bitkiler kuraklığa dayanıklıdır. Fazla suyu içinde hapseder. Bu yüzden eğer çiçeğiniz kalın yapraklıysa asla bol su verilmemeli. Toprak kurudukça su vermek yeterli. (arada elinizle yoklayın, belki 3-4 günde bir belki haftada bir bu süre biraz da bitkinin büyüklüğüne ve toprak miktarına bağlı). Çok su verirseniz çürümeye başlayabilir.

İnce yapraklı bitkiler ise suyu depolamayacakları için sık sık sulanmalı.

Yaprağın yüzey genişliğine göre: eğer yaprağın yüzeyi genişse bitkinin verdiği mesaj şu: heey yeteri kadar güneş alamıyorum daha geniş olmalıyım daha çok almalıyım bana güneş verin! Böyle bitkileri bol güneşli yerlere koyabilirsiniz, ancak üçüncü seçenekte yazacağım hususa da dikkat ederek. Çünkü aynı zamanda büyük yüzey daha çok terleme anlamına da geliyor. Off burası çok ıslak kurumam lazım daha çok terlemem lazım diyerek yaprağını büyütmüş olabilir. Dikkat ederseniz tropikal iklimlerdeki bitkiler devasa yapraklıdır, e orası da hayli sulak tabi.

Yüzeyi az olan bitkiler fazla güneşe ihtiyaç duyamadan yaşar. Çam gibi iğne yapraklı ağaçların soğuk kuzey ülkelerinde bolca olduğunu anımsayın. Böyle bitkilerinizi doğruda güneşe değil, gölgeye koyun.

Yaprağın rengine göre: bazı bitkiler açık bazıları da koyu yeşildir. Yeşilin tonu bitkinin güneşi ne kadar sevdiğinin göstergesi. Açık yeşil yapraklar ben çok ışık seviyorum diyor, koyular da hımm bu kadar ışık bana fazla. Aynı insanlar gibi değil mi? İnsanların da açık renk gözlü olanları ışığa daha dayanıklıdır, hatta pilotları seçerlerken açık renkli gözlü olanlarının öncelikli olduğunu okumuştum.  Bu durumda bitkinin rengine göre çok ışıklı, yarı gölge, tam gölge gibi yerlere koymanız iyi olacaktır.

Bir sonraki haftanın bilgisinde görüşmek üzere hoşçakalııın :)


10 Kasım 2014 Pazartesi

Tığ İşi Bebek Beresi

Kasım 10, 2014 3 Comments

Daha önce blogumda bu bereleri yazmıştım sanırım, kızıma birkaç tane örmüştüm çünkü. Şimdi de bir tane Nova için ördüm tabi. Bu sefer biraz renk kattım. 

Bebek beresi örerken yüzde yüz pamuk ipleri tercih ediyorum. Diğer örgüler doğrudan cildine temas etmeyebilir ama bere öyle değil. Özellikle yenidoğan bebek için örmeyi düşünüyorsanız, böyle iplikleri  tercih edin. Çoğu markanın artık bebek ipliği diye satılan, genellikle soft renklerde doğal ipleri var.

3 numara tığ ile ördüğüm bu bereyi, düz renk veya renkli, kulaklı veya kulaksız, istenirse üzerine sonradan göz ağız vs yaparak karakterli şekilde hazırlamak mümkün. Ben bir çok kişinin aksine kulak kısımlarını ayrıca değil hiç koparmadan yapıyorum. Bu yaptığım bere için sayısal bilgiler vereceğim ancak önce bazı püf noktaları yazayım.

1)Berenin başlangıç sırasındaki trabzan sayısı, berenin büyük/küçük oluşunu etkiler. Bu yüzden büyük boy berelerde ilk sırada daha çok trabzan olmalı (dolayısıyla ilk halka daha çok zincirle başlamalı)
2)Kafanın tepesini oluşturacak ilk 5-6 sırada, örgü dümdüz bir örtü gibi değil de çok hafif çanak şeklini alacak şekilde ilerlemeli. Fakat tam çanak şekline de asla dönmesin.
3) yine tepe kısmı yaparken marullanmamaya dikkat edilmeli (fırfırlı olmamalı).
4) tepe kısmı yeterli genişliğe ulaştıktan sonra hiç arttırma yapmadan örmeye devam ediyoruz. Bu sayede tam bir çanak şeklini alacak. 
5) çocuğun kafasına uyacak kadar sıra ördükten sonra bereyi bitiriyoruz ancak, eğer benim yaptığım gibi kulaklı yapılacaksa biraz daha kısa seviyede tutmak gerekiyor. Çünkü kulakla birlikte örerken, alın ve ensede bir miktar sık iğne örgüsü daha olacak.

2. ve 3. maddelere dikkat edecek şekilde, tepe kısmını oluşturan sıralarda yapılacak arttırma miktarını keyfi olarak belirleyebilirsiniz. Ben genelde öyle yapıyorum ancak çok sayıda ördüğüm için üç aşağı beş yukarı bir düzen oturmuş oldu. Buna göre aşağıya yazacağım arttırma düzenini, başlangıçtaki trabzan sayısını ve kafanın tepesini oluşturacak sıra sayısını değiştirerek her ebatta bere için uygulayabilirsiniz.

Resimde görülen berenin ebatı 0-3 ay bebeklere uyan boyutta. Pek tabi ki kullanılan ipin kalınlığı, elin sıkı veya gevşek örmesi gibi sebeplerden verdiğim ölçüler bire bir tutmayabilir. Bunun için en iyisi model olarak bir penye şapkayı kullanmak veya doğrudan çocuğun başına ölçerek ilerlemek.
  •  4-5 zincir çekip bir halka yapıyoruz ve içine 12 trabzan dolduruyoruz. (1.sıra)
  • sonraki sırada her trabzanın üzerine çift batarak iki trabzan yapıyoruz (2.sıra)
  • 3. sırada bir trabzana tek, bir trabzana çift trabzan yapıyoruz. Yani bir atla bir çift yap.
  • 4. sırada iki trabzana tek, 3. ye çift doldur. Yani iki atla bir çift yap.
  • 5. sırada aynı mantık üç atla dördüncüye çift doldur.
  • 6. sırada dört atla, beşinciye çift doldur

ve böylece arttırmalarımız bitiyor. Genelde sıra sonunda bu atlama düzeni denk geliyor ama gelmese de sorun değil, yettiği kadar bırakıyoruz.

Bundan sonra 4 sıra daha düz hiç arttırmadan örünce berenin kulaktan önceki sonuna gelmiş oluyoruz (resimdeki bere için konuşuyorum). Fakat ben fotoğrafta görüldüğü üzere renkli şeritler yaptım onu da anlatayım:
  • 7. sırayı arttırmadan düz beyaz ördüm
  • 8. sırayı arttırmadan mavi ördüm
  • 9. sırada trabzan değil sık iğneye geçtim. Bir beyaz bir yeşil ve yine bir beyazdan oluşan üç sık iğne sırası bir trabzan sırasına eşit yükseklikte oldu. Bu yüzden onu tek sıra gibi düşünebiliriz.
  • 10. sırada yine mavi bir trabzan yaptım.

Bundan sonra kulak-alın-ense kısmına başlayacağımız için duruyor ve toplam trabzanları sayıyoruz önce. Kulaklara 14 x2 adet trabzan (daha büyük bıylarda 16-17 ye çıkabilir) ayırıp, geri kalan sayıyı aşağı yukarı ikiye böleceğiz, ancak alın enseye göre daha açık olmalı. Benim beremin sayıları üzerinden konuşacak olursak 72 adet trabzan vardı. Sağ ve sol kulak için 14x2=28 trabzan ayırdım. Geriye kalan 44 trabzanı neredeyse eşit iki parçaya ayırıyoruz ense ve alın için. 22-22 ayırmak da mümkün ama kulakların arkaya daha yakın olduğunu düşünürsek 20 ense 24 alın ayırmak daha uygun olacaktır.

Başlangıç çizgisinin arka ortaya gelmesi için, ense sık iğnelerine geçişte 20 trabzanın 10 tanesine sık iğne doldurup, kulak bölümüne geçerken 14 tane trabzan yapıyoruz. Sonra alın bölümü için 24 sıkiğne ve diğer kulak için 14 trabzan ardından ensenin geri kalan 10 sık iğnesini de yaparak sırayı tamamlıyoruz. Sonraki sırada kulak trabzanlarını baştan ve sondan birer azaltacağız, yani 14 yerine 12 trabzan olacak, diğer yerler yine sıkiğne şeklinde. Her sırada kulak trabzanlarını ikişer azaltmaya devam ediyorum, bu kısmı ne kadar uzatacağınız yine size kalmış ancak ben yukardaki resimde 4. sırada bitirdim. Bitireceğim son sırada alın ve ense kısımlarına sık iğne yapmak yerine ip atlatma (yani ilmeği ipi üstüne almadan çıkarıyorum) yapıyorum ki daha da kalınlığa sebep olmasın.

Umarım anlatabilmişimdir.

9 Kasım 2014 Pazar

Belki de Sebebi Budur?

Kasım 09, 2014 10 Comments
En son yazdığım yazıyla ilgili (  http://ge-ce.blogspot.nl/2014/11/an-carpmas.html)  biraz daha açıklama yazmak istedim. O yazıda asıl vurgulamak istediğim anı yaşamanın, kimi zaman hoş birşey olmayabileceğini söylemekti. Gerçekten de eğer yaşadığımız o an içinde, üzüntü, kızgınlık, hastalık gibi can sıkıcı durumlar varsa an'ın tadını çıkarmak gibi birşey söz konusu olamaz. Aksine belki de hoşa giden zamanları düşünüp, o sıkıcı an içinden uzaklaşmak en doğrusu. Bu durumda "anın tadını çıkarın" tavsiyesi "bulunmaktan hoşnut olduğunuz anın tadını çıkarın" şeklinde söylenmeli.

Son zamanlarda hamileliğin getirdiği ağırlık sebebiyle çoğunlukla yorgun hissediyorum. Bu yorgunluğuma sebep yüzde yüz Helo'yu göstermem haksızlık olur. Yazımda daha çok onu şikayet etmiş oldum ve sonrasında düşündüm. Gerçekten bunun tek sorumlusu o mu, hamilelik öncesi ve sonrası neler değişti? Geniş zamanda düşününce aslında öyle olmadığını farkettim.

- Kızım doğal olarak yaşı gereği bazı duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarının karşılanması için bana ihtiyaç duyuyor. Hamilelik öncesi ile karşılaştırdığımda benden beklentilerinin yoğunluğu aslında daha da azaldı. Daha çok bensiz oynuyor, üstelik babysitter ve okul desteği de var. Buna rağmen yine yorgun olmamın sebebinin, kızımın bana olan ihtiyacındaki azalmanın, benim dinlenmeye olan ihtiyacımdaki artışla doğru orantılı olmamasından kaynaklanıyor. Hamilelikte değişimler daha hızlı ilerliyor. Hatta doğumdan sonra kardeş kıskançlığının temelinde bu yatıyor olmalı. Büyük çocuğun anne ilgisine olan ihtiyacının azalma oranı ile annenin verebileceği ilgi dengesizliğinden. Onun etkilenmeyeceği bir azalma ile değil birden bire bir oluşan kesinti sebebiyle olmalı bu çatışmalar. Belki de bunun az yaşandığı ailelerde, bu denge daha iyi kurulmuştur veya büyük çocuk anneye daha az bağımlı olduğu daha ileriki yaşlardadır. Çünkü çocuk büyüdükçe anneye olan bağımlılığı azalıyor.

- Şikayetimin bir diğer sebebi de kızım harici sorumluluklarım ve dinlenme ihtiyacım arasındaki dengesizlik. Günlük ev işlerini ne kadar minumumda tutsam da (ki uzun zaman önce indirdim) her gün yapmam gereken belli işler var. Yemek, ortalık toplama, genel banyo wc temizliği, alışveriş gibi. Bunların getirdiği yorgunluk her gün ortalama aynı seyirde gideken, benim yorulma hızım hamilelik ilerledikçe artıyor. Dolayısıyla desteğim olmadığı sürece buna katlanmak zorundayım. 

Böyle açıkça irdeleyince durumumu daha net anlayabiliyorum şimdi. Oysa ilk aklıma gelen, yorgunluğumdan doğan isyan sebebiyle en bariz örneklerden yakınmaktı. Şimdi günlük işlerimi daha nasıl azaltabilirim meselesine odaklanmam, kızımın kendi başına yeterliliğini -doğal akışına bırakmak yerine- uygun bir ölçüde kademe kademe arttırmam (bu geçişleri uzun vadeye yayarak, doğum sonrasında da dengeyi bozmamaya çalışmam) gerektiğini görüyorum. 





7 Kasım 2014 Cuma

An Çarpması

Kasım 07, 2014 10 Comments
Üstadların tavsiyedir ânı yaşamak ve tadını çıkarmak. Günlük koşuşturmalar içinde sürüklenirken şimdiki zamanı farketmek çok çok zor. Tabi farketmek ile tadını çıkarmak farklı şeyler ama, tadını çıkarmadan önce o ân'da olup bitenleri farketmeyi öğrenmek lazım. Tüm duyuların ve zihninle ânın içinde kalabilmek.

Ben de herkes gibi, bir sonraki yapılacak işleri düşünmekten anne olana kadar ânı yaşamayı pek bilmiyordum. Şimdi öyle bir öğrendim ki, doğrusu kimi zaman beş dakika sonraki geleceği özlemle düşler oldum :)

Çocuklar ân'ı en iyi yaşayan canlılar. Belli bir yaşa kadar (o yaşı daha bimiyorum, biz tam erişemedik henüz) sonraki zaman kavramını algılayamıyorlar. Herşey şimdi olacak, şimdi yaşanacak, şimdi emrine amade hale getirilecek bitti!

Bu şimdiki zaman takıntısı yüzünden daha bu sabah ufak çaplı bir sinir krizi yaşadım ki ilk değil, neler neler oluyor. İki dakika önce çişinin geldiğini anlamama rağmen, gelmedi deyip (o ilk damla illa ki düşecek kiloda başka yoku yok) koşa koşa tuvalete gitmeler; şimdi oyun oynuyor evden çıkıp da bir yere gidememeler; üst kattan istediği bir oyuncağı getirip aşağı indiğimde şimdi de başka bir şeyi getirmemi istemeler (ardarda 3-4 kere inip çıktığımı bilirim); en sevdiği battaniyesi yırtılmış şimdi dik şimdiler; şimdi istenen şeyler için yemekleri yakmalar; haydi parka gidelim diye tutturup yeni konmuş yemekleri pişmeden kapatmalar; şekeri şimdi istemeler, yemekten sonrayı beklememeler daha neler neler. 

Okula hazırlanmak ayrı bir dert tabi, 5 dakika kalmış aklıma gelen milyon tane şey yüzünden giyinememeler; evden çıkamamalar. Bu sabah yine böyle pert olmuş şekilde evden çıktık, arabada sütünü içerken döküldü üstüne. Haydi eve dön yeni kıyafet al bakalım. Ben arabada beklerken kocamı gönderdim alması için, malum koca göbekle ayakkabı giy çıkar zor. Babası gelmeden tafi (ufacık bir oyuncak köpek) diye tutturdu zırıl zırıl ağlar. Sonra alırız kızım, şimdi geç kaldık kızım, bak dinozorun yanında onla oyna kızım yok yok yok. İlla şimdi elinde olacak. Babası geldi ben indim gidip bir koşu oyuncak yığınları arasından tafiyi buldum, karnıma giren sancılar eşliğinde giyilmemiş ayakkabılarla koşa koşa gittim, arabada giydirdim, ucu ucuna yetiştik neyse ki. Hala kalp çarpıntım normale dönebilmiş değil.

Yani gördüğünüz üzere ân çarpmasından bayılmak üzereyim. Tüm gün kızımın uyuyacağı gelecek zamanı düşlemekteyim :)

5 Kasım 2014 Çarşamba

2. Gebelik Günlüğüm : 28. Hafta

Kasım 05, 2014 6 Comments
Önceki hafta yazısına bakmasam kaçıncı haftada olduğumu unutacak yoğunlukta günler geçiriyorum. Gün içinde yapacak ve düşünecek çok şey var. Üstelik sanki hiç yol alamıyorum gibi hissediyorum. İlk hamileliğimde saatlerce bebek arabası, yıkanabilir bez, bebek yatağı nasıl olmalı gibi şeyleri araştırırdım. Şimdi eşim diyor mesela şu siteye bak indirim kuponumuz var, ama ben bakana kadar zamanı doluyor ve tam anlamıyla hiç inceleyemiyorum :( Bu hafta sonu da bu anlamda pek bir gelişme kaydedemedik. Baby Park isimli kocaman alışveriş merkezleri var Hollanda'da. Kaç haftadır gideceğiz gidemiyoruz. Pazar günleri kapalıymış ve her cumartesi de bir aksilik çıkıyor, darısı bu cumartesinin başına :)

Bu haftaya dair tek ilerleme oto koltuğu almamız oldu. Tabi onu da ben değil eşim araştırdı. 0-12kg için Helo'dan kalma bir koltuğumuz zaten vardı ama bir tane daha almaya karar verdik. Şekli itibariyle çok dar ve çukurdu. Normalden ufak doğan kızım bile 3. ayda sıkışmaya başlamıştı. Üstelik bu kış bebeği olacak (kalın giyinecek) bir de olabildiğince uzun süre kullanmak istiyorum diye daha geniş duran modellerden bir Maxi Cosi oldu şimdiki. Tabi ki ikinci el :) Yaşasın ikinci el pazarı gayet temiz bir ürün çıktı aldığımız.

Önceki yazıda söylediğim üzere geçtiğimiz cuma günü hastaneyle ilk görüşmemizi yaptık. Doktorumla tanıştık, kaydımızı yaptılar. Odasında usg olmasına rağmen yine elle kontrol etti karnımı ve sesini dinledik o kadar :( Bunca zamana geldik daha hala yüzünü bilmiyorum oğlumun. Eliyle yoklamasına göre ebatları normalmiş (buraya şaşırmış ikon koymak isterdim). 

O gün sabahtan beri biraz duygusaldım, hatta bu hamileliğin ilk ağlak anlarını yaşamıştım sabahında. Doktor nasıl hissettiğimi sorunca yorgun ve üzgün hissettiğimi söyledim ve biraz da ağlar gibi oldum karşısında. Kızım o gün hiç durmamıştı ve o anda yanımda da sürekli müdahale ediyordu, çok gerilmiştim. Sonradan galiba tüm hamileliğimi depresif  geçirdiğimi sanmış olabilir diye düşündük eşimle ama napıyım o an öyleydim. Doktor vajinal doğumun en sağlıklı olduğunu, mecbur kalmadıkça yapmadıklarını, ilki sezeryan olsa bile mümkün olduğunu falan anlattı. Benim fikrimi sordu ve kararsız olduğumu söyledim. Bir sonraki görüşmemiz 19 aralıkta olacak (ondan sonra da hep orda galiba son bir ay kalmış oluyor) o zamana kadar karar verebilirmişim. O tarihe kadar da yine ebelere devam edeceğiz ki yakın zamanda bir görüşmemiz daha var.

Helo da artık bu kontrollerden sıkılmaya başladı galiba hep gidiyoruz diye. Malum yanımızda taşıyoruz bırakacak kimse yok.

Bu haftaya kadar kilom sadece +6 şimdilik. Yorgunluktan ve karnımın basıncından olsa gerek kasıklarım ağrıyor. Aslında daha doğrusu bacağımın iç tarafındaki başlangıç yerleri ağrıyor. Tam kasık olmuyor galiba orası. Şöyle 4-5 parmak kalınlığındaki bölge. Gece de gündüz de çoğunlukla var sızısı. Hiç oturmadığımı zaten hep söylüyorum değil mi?

Novacımın hala yeri bol herhalde fır fır dönüyor olmalı. Her tekme seansında başka bölgeden girişiyor. Şaşıp kalıyorum daha demin buradaydın ne çabuk döndün diye. Eğer fazla tekmelememesini hoşlantı olarak yorumlarsam, sağıma yatmamı daha çok tercih ediyor sola göre. Ablasının yatağında ise hala kuzu gibi oluyor. Hep orda yatmasam gıkı çıkmayacak belki sıpanın, yandım ki ne yandım :)

Ha unutmadan söylemeliyim, bir daha kramp olmadı. O yazıma gelen yorumlardan sonra sütümü de muzumu da arttırdım ondan mı acaba? İnşallah yine olmaz. Haydi şimdilik hoşçakalın.




Bir Dedikodu Molası

Kasım 05, 2014 8 Comments
Benim için anormal derecede uzun bir süredir yazmadım, yazamıyorum. Biraz depresif hallerdeyim bu aralar. Bir de çok yorgun hissediyorum. Biliyorum abartıyormuşum gibi gelecek ama gün boyunca gerçekten hiç oturmuyorum. Helo en geç 7 de ayakta. Oyun oynamak için zorladığında yere ve minik sandalyesine oturmalarımı saymazsak, arkama yaslanıp da belimi dinlendirdiğim tek oturma o uyuduktan sonra oluyor. Yani uyandığından yaklaşık 13 saat sonra!

Ay ne diyecektim konu nereye geldi. Ne zamandır size komşularımdan bahsetmek istiyordum. Evlerimiz önde ve arkada bahçesi olan bitişik nizam evler. Biz 10 numarayız, en çok sağ ve solumdakilerle etkileşiyoruz, onlardan bahsederken 8 ve 12 numara diyeyim bari.

8 numarada 20li yaşlarda bir oğlu olan çift yaşıyor. Ailecek incecik ve uzunlar. Dış görünümleri abartılı olmasa da dikkatliler. Düzenli spora gidiyorlar falan. 12 numara ise tam tersi. Karı koca ikisi de şişman sayılır. Evli bir kızları var, iki de torunları. Torunlar daha ufak küçüğü 1,5 yaşında büyüğü de 4-5 arası olmalı. Kadın çok sıcakkanlı ve hayat dolu. Gayet bakımlı, çocuklara bakıyor, durmadan geziyorlar, havuzlu bahçelerinde partiler, barbekü toplantıları yapıyorlar. Cıvıl cıvıllar. Bir de evlerinde bir köpek iki tane tüysüz kedilerden var. 

8 numaradaki kadın beni sinir edecek derecede titiz. Bahçesinde hiç ayrık otu yoktur. Burada bahçendeki ayrık otları senin sınıfını belirliyor bir nevi. Eğer varsa sen alt tabakaya aitsin demektir :) Tamam tamam, tam öyle olmasa da, zengin kişiler bahçelerine arasında ot bitemeyecek kadar düzgün taşlar döşettiğinden ve düzenli olarak bahçe dekoratörlerinden hizmet aldığından, otlu bahçeler fakir olmuş oluyor :) Valla bizim bahçede ise otlar aldı başını gitti, napıyım ona sıra gelmiyor bi türlü.

Ayrıca bu titiz komşum haftada bir kaç kere bahçeyi süpürür. Benimki kuru yapraklardan geçilmiyor, en son ne zaman süpürdüm hatırlamıyorum bile. Ama oh olsun, daha pazar günü süpürdü iki günde dolmuş yine. Ben, şu ağaçlar tüm yapraklarını döksün o zaman süpürücem. Tabi ıslak yaprakları da süpürmek ayrı bir dert ama :(

(Ön bahçedeki yaprakların bir kısmı)

Bir de bahçe düzeni meselesi var ki bizim bahçeyi gördükçe eminim sinir oluyordur. Titiz komşumun bahçesinde her mevsim dekorlar değişir, tüm süs objeleri saksılar, masa sandalyeler milimetrik düzenlidir. Bizim bahçede ise devrilmiş saksılar, oraya buraya dağılmış bisiklet ve araba, sopalar, Helonun süpürgesi, bahçe sehpasının altına saklamaya çalıştığım terlikler, yolunması gereken otlar ve çiçekler, dağınık hortum, örümcek ağları...  Halloween için ayrıca bir dekora ihtiyacım yok yani :) Napıyım ona da sıra gelmiyor, toplasam kızım yine bozuyor. Ama varya her camdan baktığımda onun bahçesine içim gidiyor. 

Burda ayrıca sevgi dolu insancıklar hayvanları çok düşünür ve bahçelerine minik kuş yuvaları, yemler falan asarlar, özellikle kışın. Komşum bir ay önce astı yine yuvaları. Bense kuru ekmekleri rondodan geçirip toprağın üzerine koyuyordum. Dur dedim ben de alıcam bi tane, neyim eksik. Ve dün bir tane alıverdim nereye asacağımı düşünmeden. Gelince illa ki asacak bir yer bulmalıydım ama yok, bizim ağacın sağlam dalları yok. Zorla oldu ama öyle uluorta değil. Bakalım kuşlar benim sevgi dolu kuş yuvamı farkedecek mi? Şışşt kaçmayın size elcağızımla ekmek ufaladım a kuşlar.

(İşte kuş yuvamız.)